Savaş; insanlık tarihinin ilk zamanlarından ta bu zamanlara kadar var olmuş belki de en komplike, değişken ve olağandışı sonuçlara yol açan olgudur. Bilinen ilk savaş M.Ö 2700 yılında Sümer’ler ve Akad’lar arasında bugünBasra olarak bilinen bölgede gerçekleştiği kayıt altındadır. Peki savaş nedir? Tanım itibari ile devletlerin, aralarındaki ekonomik ve siyasal anlaşmazlıklar vb. nedeniyle, siyasal ilişkilerini keserek, birbirlerine karşı ordularıyla giriştikleri silahlı eylem olarak açıklansa da aslında ucu çok açık, milletin en yetişkin bireyinden tutun da en gencine kadar herkesi etkileyen cebir ve zor edimidir. Bu karmaşa ortamında düşünmek ve üretmek tam olarak nerede konumlanabilir?Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 9. ve 10. maddeleri düşünce ve ifade özgürlüğünü düzenler ve şöyle der; “Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak, kamu makamları tarafından müdahale olmaksızın ve ulusal sınırlar dikkate alınmaksızın, görüşlere sahip olma, bilgi ve düşünceleri edinme ve bunları yayma özgürlüğünü içerecektir.”
Düşünce özgürlüğü ya da savaş sırasında düşünce özgürlüğü; çoğu zaman tartışılan üzerine farklı fikirlerin söylendiği, duruma ve şartlara göre yorumlanan ve çıkar meselesi haline getirilmiş bir konudur. Düşünce özgürlüğü denildiğinde, düşünceleri açıklama özgürlüğünün kastedildiği belli bir durumdur. Yoksa, düşünce değil, “düşünme” özgürlüğü demek gerekirdi. İnsanları “düşünme” özgürlüğünden de yoksun kılabilecek bir güç var mıdır? Buna bir çırpıda olumsuz yanıt vermek kolay değildir. Çünkü düşünce özgürlüğünden, yani düşüncelerini açıklama özgürlüğünden yoksun kılınan kişi, bir zaman sonra düşünme yetisini de kaybetmeye başlayacaktır.
Burada Kant’ın sakin ve büyük sorusu ile saptamasına değinelim: “Düşüncelerimizi ilettiğimiz başka kişilerle topluca düşünmediğimiz zaman çok düşünebilir miyiz, iyi düşünebilir miyiz? İnsanlardan düşüncelerini başkalarına açık açık iletme özgürlüğünü kaldıran bir dış gücün onların düşünme özgürlüğünü de kaldırdığını söyleyebiliriz.” (Goldmann, “Kant Felsefesine Giriş”, Türkçesi a. Timuçin). Dolayısıyla bu özgürlüğün alınması aslında düşünmenin, üretmenin ve başarmanın karşısında örülen bir duvardır. İnsanın ve dolayısıyla toplumun geleceğine ışık tutan bütün yeniliklerin temelinde, düşünce özgürlüğünün ve bu özgürlüğü rahat ve açık şekilde kullanabilmenin önemli bir payı vardır.
Buradan şu sonuca varabilmek mümkündür; savaş süresince elde edilebilen farklı perspektifler, farklı çözüm yolları ya da alternatif stratejiler, devleti bambaşka bir yola sevk ederek, millet refahını -ki millet devlettir- sağlayabilir ya da alınabilecek en az hasar ile durumu iyileştirilebilir. Denebilir ki; bu karmaşa ortamında farklı fikirler toplumu bölebilir ve bu bölünme daha büyük felaketlere yol açabilir, ancak burada da bahsettiğimiz toplum fikri zaten bilinçli, ortaya atılan fikirleri elemine edebilecek bir düzene sahip oluşumdur. O toplumun fertleri olayları ve durumları iyi saptayarak doğru konusunda fikir birliği yaratırlar. Yanlışı ayırt edemeyecek kadar bastırılmış toplumun fertleri ise, düşünce özgürlüğü adı altında yayılmak ve ortaya atılmak suretiyle insanları rahatsız etmeye devam edeceklerdir.
Devletlerarasında meydana gelen savaşların bir kurala bağlanması gerektiği düşüncesi eski çağlardan bu yana mevcut olmakla birlikte, uluslararası hukukta bu konudaki ilk ciddi adımların on dokuzuncu yüzyılda yoğun biçimde Birinci Dünya Savaşı sırasında tartışılmıştır. Bu düşünceler, hukuk alanına devletleri bağlayıcı uluslararası sözleşmeler olarak, ancak bu dönemde yansımaya başlamıştır. Bu uluslararası belgeler savaşta dost veya düşman ayırımı yapılmaksızın, yaralılara, hastalara, kazaya uğramış denizcilere, savunmasız veya teslim olmuş bir düşmana, savaş esirlerine, işgal edilmiş bir ülkenin sivil halkına, sağlık kurumlarına, personeline, araçlarına, taşıtlarına, kültür ve sanat varlıklarına saygı, koruma ve ayrıcalıklar öngörmekteydi.[i] Bu bağlamda pek çok uluslararası sözleşme imzalanmış ve yürürlüğe konulmuştur. Fakat düşünceye yönelik herhangi bir düzenleme olduğunu söyleyebilmek pek mümkün değildir.
Zira, iktidar ya da savaşa sürükleyenler her kimse tarihin her sahnesinde, özgürlük adına söylenmiş her sözü çiğneyerek, kendi çıkarlarına ters her düşünceyi susturmuşlardır. “Savaş karşıtlığı tehlike barındırır, devlete zararlıdır” diye başlayıp, “Savaşı kazanmak istiyorsak savaş karşıtlığını engellemeliyiz” diye gelişen, düşüncesini söylemek ve yaymak hevesinde bulunan herkesi sessizleştirme politikası içinden geçilen çoğu büyük ve küresel sonuçlar doğuran savaş günlerinin toplumsal düşünce kalıbı olarak kurgulanmıştı. Savaş karşıtlığı; tam olarak neydi? Savaşı benimseyememek suç muydu? Savaş ne zaman gerekliydi ve buna kim karar verecekti? Harold Laski, 1929 yılında üniversitede verdiği ders notlarının kitaplaştırılarak yayımlandığı 1939 tarihli eserinin “Düşünce Özgürlüğü” başlıklı ikinci bölümünde şöyle demektedir: “Samimiyetle söylüyorum, 1914 yılında savaş kararına karşı genel grev edilsin isterdim; inanıyorum böyle bir eylem barındırdığı güçle halkı macera peşinde koşan hükümete karşı gereğince ve akıllıca korurdu.”[ii] . Her nasıl ki savaş savunuculuğu yapan kimseler görüşlerini belli edip yüksek sesle açıklayabiliyorlarsa, aynı şey savaşa karşı olanlarda da geçerli olmalıdır. Onlar da savaşa seslerini yükseltebilmelidir, herhangi bir yaptırım tehdidi olmadan fikir beyan edebilmelidir. Özetle herkese birey olarak bakılmalıdır, insanın doğasında var olan aslında doğası olan eylem, hiçbir koşul ve hiçbir olağanüstü durum yüzünden engellenemez, engellenmemelidir. Şu bir gerçektir ki; karşıt fikirlerin susturulduğu, engellendiği ve bastırıldığı savaş ortamı topluma ihanetin temellerini atar.
Av. Begüm GÜREL (LL.M)
Hukuk Fakültesi Ceren Karabıyık