“Kadınların haklarını yerine getirme husûsunda Allâh’tan korkunuz! Zîrâ siz onları Allâh’ın bir emâneti olarak aldınız.” Hz. Muhammed (SAV)
…
Bu makale normalleşen “kadına şiddet” konusunun incelenmesi amacıyla yazılmış olup konuyu aktarırken şahit olduğumuz olayları “biz” im açımızdan irdeleyeceğiz…
Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı Canan Güllü, kadına yönelik şiddetin son 10 yılda 3 kat arttığına dikkat çekti.
“Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı Canan Güllü, Türkiye’de kadına yönelik şiddetin son 10 yılda 3 kat arttığına dikkat çekti. Kadın cinayetlerinde artış gösteren bir eğilim olduğuna işaret eden Güllü, buna bağlı olarak şiddet boyutunun yaralanmalardan ölüme doğru kaydığını vurguladı.”
Yalnızca ülkemizde değil, dünya ülkelerinde de şiddetin boyutu ve oranı her geçen gün artmakta…
“Geçtiğimiz yıl yayınlanan “Avrupa Birliği Ülkelerinde Kadına Yönelik Şiddet” araştırmasında; son 12 ay içinde Avrupa Birliği ülkelerinde yaşayan 13 milyon kadının fiziksel şiddete, 3,7 milyon kadının ise cinsel şiddete maruz bırakıldığı tespit ediliyor. Bu, AB ülkelerinde yaşayan kadınların yüzde 8’inin son bir yıl içinde fiziksel ya da cinsel şiddet yaşadıkları anlamına geliyor. Yine aynı araştırmada, bu ülkelerde yaşayan her 3 kadından 1’inin 15 yaşından sonra en az bir defa fiziksel ya da cinsel şiddete maruz kaldığına dikkat çekiliyor. İstatistiklere göre İngiltere gibi bir ülkede bile evli kadınların yüzde 44’üne eşi tarafından en az bir kez fiziksel şiddet uygulanıyor.”
Kadına Şiddet Oranı Ülkemizde Ve Dünyada Neden Artmaktadır?
Vatandaş olarak özellikle ülkemizde etkilerini hissettiğimiz kadına şiddet (insana şiddet), dünya üzerinde de aslında medeniyete doğru ilerlediğimizi tasavvur ettiğimiz şu zamanlarda gün geçtikçe artmış olup başta tarafımızca konu ile ilgili yaptığımız araştırma sonuçlarına göre izahatın yapılması uygun görülmüştür.
Şöyle ki kadına şiddet öncelikle kültürün dejenerasyona uğraması dolayısıyla yani yozlaşmasından mütevellit artmıştır. Kültürümüz, gelişen teknoloji ve modernleşmeyle birlikte yozlaşmış, yanlış aktarılmış, yanlış öğrenilmiştir. Tabii olarak eski zamanlardaki insan ilişkilerini basit bir muhakeme ile artık sürdürmediğimiz fark edilecektir. Eski dostluklar, komşuluklar, aile (geniş aile) bağları kalmamış bunun yanında çekirdek aile içerisinde de belki 90’lı yıllar ve öncesinde yaşadığımız kültürden gelen saygı ve sevgi kalmamıştır. İnsanlar bireyselleşmiş, sanal olarak sosyalleşmeye meyil etmiş böylece fiilen yalnız kalmıştır. Bu yalnızlıklar büyük depresyonlar ve buhranlar getirmiş, toplumdaki depresyon oranı da yapılan araştırmalar ışığında da görüldüğü üzere artmıştır. İnsanların yaşadığı bu sanal alem fanatikliği bunalımlar getirdiğinden şiddet oranı da bizce bu sebeple artmıştır. Sadece kadına şiddet değil, tabi ki hayvana ve çocuğa da şiddetin arttığı aşikardır.
Bunun yanı sıra dünya üzerindeki ekonomik çarkların işleyişi ve insanların yaşadıkları ekonomik sıkıntılar da psikolojilerini bozmuş olduğundan yine şiddet ve sonuçta cinayet oranları bile maalesef artmıştır. Yaşanan ekonomik sıkıntılar insanları yeni iş kapıları bulmaya itmiş yine çağımızın hastalığı olan sosyal medya ve televizyon yayınları ön plana çıkmış. İnsanlar para kazanmak için televizyona çıkmaya yahut sosyal medya fenomeni olmaya çaba harcamışlardır. Böylelikle büyük medya patronları da televizyona ağırlık vermiş, hızla artan tüketim çılgınlığı, televizyon içeriklerini de tükettiğinden mütevellit insanlara sunulacak yeni ve orijinal fikirlerden oluşan içerikler kalmamış ve televizyon bir kaos makinesi haline gelmiştir. En çok izlenen olmak için verilen savaşlarda, temelde sahip olduğumuz kültür ve içinde kadın olmak üzere görünürde bireyler harcanmıştır. Yine içerik olarak seçici olmaya çalışan kitle de Müslüman bir ülkede yaşadığımızdan mütevellit iyiye yönelmek adına dini programlar izlemeye kalkmışsa da “din adamı” kisvesi altında para kazanmaya çalışan bazı insanlar yüzünden yine dinimizi ve dinimizde kadının yerini yanlış öğrenmiş ve bu yanlışlar da zamanla topluma kök salmıştır. Ardı arkası kesilmeyen tüketim hırsı, verdiğimiz ekonomik savaş, sanal alemdeki sosyalleşme hevesi, kopan aile ve komşuluk bağları bugün bizi depresyon ilaçlarını en çok kullanan ülkelerden biri haline getirmiş ve hayvana, çocuğa, kadına şiddette dünya çapında bir seviyeye getirmiştir.
1. Pozitif Ayrımcılık
Pozitif ayrımcılık; sosyal, ekonomik ve politik yaşamda kadınlar, engelliler gibi taşıdıkları özellikler nedeniyle dışlanmış azınlıkların, dışlanmışlıklarını azaltmak ve uzun vadede engellemek amacıyla ortaya konulan politika ve uygulamaları ifade eder. Son yıllarda pozitif ayrımcılık kavramı, anayasalarda ve yasalarda yer almaya başlamıştır. AB pozitif ayrımcılığı tüm dezavantajlı grupların eşitsizliklerini azaltacak politikalara dönüştürmüş ve bu konularda somut hedefler koymuştur. Türkiye de dünyadaki bu gelişmelere paralel olarak 2010 Anayasa değişikliği ile pozitif ayrımcılığı hukukumuza kazandırmıştır. Bu değişiklerle birlikte Anayasamızın 10.maddesi şöyle demektedir: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olamaz. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” Kanunun kadınlar bakımından yorumu da şudur: siyaset veya iş alanında boş bir kadroya, istenen nitelikleri taşıyan taliplerden cinsiyeti nedeniyle kadın olanı seçmek gerekir. Bu eğitim, donanım ve becerileri eşit olan kişilerden kadının tercih edilmesi anlamına gelir.
Son zamanlarda eşitliği sağlama yolunda yavaş da olsa bazı adımların atıldığı gözlemlenmektedir. Örneğin, Sermaye Piyasasının, Kurumsal Yönetim İlkelerin Belirlenmesine ve Uygulanmasına ilişkin 30 Kasım 2011 tarihli 57 Numaralı Tebliği ile halka açık şirketlerin yönetim kurullarında en az bir kadın üye bulunması zorunluluğu getirilmiştir. Büyükşehir Belediye Kanunu’nda 2013’de yapılan bir değişiklikle, belediye görevlerine dezavantajlı gruplarla iş birliği yapma mecburiyeti eklenmiştir.
2.Cinsiyetçi Değil İnsancıl Yaklaşım
a. Aile Birliği İçinde
Biliyoruz ki özellikle bizim toplumumuzda çocuğun büyüme ve gelişimi bakımından anne çok önemli bir etkiye sahiptir. Bu yüzden bizce öncelikle bir annenin hamilelik evresinden itibaren düşünceleri, çocuğun dünyaya gelmesiyle çocuğunu yetiştirme tarzı çok önemlidir. Şöyle ki hamile bir kadına toplum tarafından çocuğun erkek olması gerektiği baskısı günümüzde maalesef hala devam etmektedir. Öncelikle kadın nazarında çocuğun erkek olmasının artı bir durum olduğu, kız olmasının ise bir eksiklik olduğu düşüncesinin yeri olmamalıdır. Çocuğa öncelikle kız ya da erkek olduğu değil insan olduğu öğretilmelidir. Daha sonrasında öncelikle nasıl bir kadın ya da erkek olması gerektiği değil, toplum için nasıl yararlı ve iyi bir insan olabileceği öğretilmelidir. Bu düşüncenin yerleşmesi bakımından “anne”nin bu bilinci kazanması ve muhafaza etmesi zaruridir. Kız olsun erkek olsun evlatlarını bu düşünceyle yetiştirmesi; kız evladına pozitif ayrımcılık yapması bunun yanı sıra da erkek evladına bir üstünlüğü olmadığını doğal olarak hissettirmesi gereklidir. Kadının bu düşünceyle yetiştirdiği erkek evladına bu düşünce aşılanmış olacağından ileri vadede çözüme ulaşılmış olur.
Esasen bizim toplumumuzda erkek doğumundan itibaren cinsiyeti ve cinselliği ile övünmesi gerektiğini düşünürken, kadın ise doğumundan itibaren cinsiyetinden ve özellikle ergenlik zamanlarında cinselliğinden utandırılmıştır. Örneğin; erkek çocuğunun bebekliğinden itibaren cinsel organını insanlara göstermesinin teşvik edilmesi ve bunun ona Allah tarafından bahşedilmiş bir üstünlük simgesiymiş gibi gösterilmesinin yanında bir kız çocuğunun özellikle ergenlik dönemlerinde belirginleşen hatlarını gizlemek için neredeyse kambur olması kabul edilebilir bir durum değildir. Toplumdaki kadını ikinci sınıf görme durumunun, kadın için biçilen kalıpların, kadına nasıl olması gerektiğiyle alakalı verilen buyrukların, kadın bu işi yapamaz, kadın kısmı şöyledir, kadın kısmı böyle olmalıdır gibi birçok şekilde örneklendirilebilecek şiddetin son bulması yahut en azından azalması bakımından başta kadınlarımız kadın olmaktan memnun olmalıdır. Bu şekilde aile yapısı içerisinde kadının artık yerilmez ve ikinci plana atılmaz, kadın olarak doğmak suç gibi görülmez ise toplum değişebilir. Fikrimizin gerekçesi çok açık olmakla birlikte toplumun en küçük biriminin aile olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Dolayısıyla toplum ailenin değişmesi ile değişir demek isabetli bir tespit olmaktadır. Dünyayı değiştirmek istiyorsak; önce aileyi, sonra toplumu, sonra devleti revize etmeliyiz. Sonunda amacımıza evrensel boyutta hizmet etmiş oluruz.
b. Toplum Bakımından
Cinsiyetçi değil, insancıl yaklaşım deyişimiz, aileden sonra toplum içindeki bireylerin kadına davranışıyla kendini göstermelidir. Yani, bireyin kadına karşı herhangi bir konu üzerinden sadece “kadın” olması sebebiyle farklı davranmamasından, kadın ya da erkek herkesin eşit haklara sahip bireyler olduğunun farkındalığıyla hareket etmesinden bahsediyoruz. Bu maalesef yalnızca erkeklerden tarafından kadına yöneltilen bir şiddet biçimi değil, kimi zaman da kadın tarafından kadına yöneltilen bir şiddet biçimidir. Erkek egemen bir toplumda olduğumuzdan mütevellit, kadın yalnızca “kadın” olduğundan; iş ortamında geri plana atılmak, erkekler kadar saygı görmemek, kimi zaman direkt olarak suçlu görülmek gibi şiddet içerikli hareketlere hem cinsleri olan kadınlar yahut erkekler tarafından maruz kalmaktadır. Şöyle ki bugün trafiğe çıkan bir kadın şoförün çektiği zorluklar ortadır. Evet, fikrimizce kadınların istisnaları dışında genellikle trafikte özgüvensiz olduğu belki erkekler kadar iyi araba kullanamadıkları doğrudur. Peki, sebep nedir? Sebep yine toplum baskısıdır. Araba kullanmasının değil, arabaya binmeye cesaret etmesinin bile büyük bir başarı olduğunu kadına işleyen bir algı vardır. Bugün hala kadın tek başına trafiğe çıkmaya cesaret edemiyor, trafiğe çıkanları ise yalnızca kadın olduklarından “yanlış, eksik ve başarısız” görülmekle psikolojik olarak mücadele etmeyi öğrendikten sonra kullandığı aracı kadın olarak değil, insan olarak kullanmanın rahatlığıyla kullanıyor. Belki böylece hata yapmaktan korkmuyor ve takdir edersiniz ki hata yapma şansını kendine tanıdığı için iyi bir şoför olabiliyor. Bahsettiğimiz örnekler hemen hemen her kadının başına gelen türden olduğundan artık toplum olarak daha duyarlı olmamız gerektiği yadsınamaz bir gerçek olmakla birlikte bunun için el birliği ile gerekli uygulamalar tatbik edilmelidir.
3. Kadın ve Eğitim
Öncelikle hem kız hem de erkek çocuklarının eğitim almaya başlayamamalarının yahut eğitimlerinde devamlılık sağlayamamalarının müsebbibi aileleridir. Aile genellikle ekonomik sıkıntılar içerisinde olduğundan çocuğun eğitim almasını her şekilde masraf olarak görmektedir. Bunun yanı sıra dünyada ve ülkemizde kız çocuklarının eğitim konusunda erkek çocuklarına oranla dezavantajlı olduğu görülmektedir:
BM ve UNICEF: 131 milyon kız çocuğu okula gidemiyor.
“11 Ekim, Dünya Kız Çocukları Günü olarak kutlanıyor. BM ve UNICEF verilerine göre, dünyada 131 milyon kız çocuğu okula gidemiyor. 15-29 yaş arası genç kadınların iş ve eğitim fırsatlarından yararlanma olasılığı erkeklere göre 3 kat daha az. Çalışmayan ve okumayan genç kesimin yüzde 76’sını genç kadınlar oluşturuyor.”
Genç kız geleceğini yazdığı mektupla kurtardı!
“Antalya’da ailesi tarafından okula gönderilmeyen ilköğretim 7. sınıf öğrencisi 15 yaşındaki Zuzan BAŞKURT’ un kaderi, ailesinden habersiz okul müdürüne yazdığı mektupla değişti. Milli Eğitim Müdürlüğü’nün devreye girmesiyle tekrar okula dönen genç kız, gözyaşlarını tutamadı.”
Hal böyleyken kadın olmanın eğitime devamlılık sağlayabilmek konusunda bile karşımızda bir engel olduğu açıkça görülmektedir. Bu durum dünya üzerindeki her bir coğrafyada farklı sebeplerle meydana geliyor olsa bile kadının eğitim konusunda da sırf “kadın”olduğu için geride kaldığı afaki bir gerçektir. Kadının eğitimde geri bırakılması öncelikle insan haklarına ve anayasaya aykırıdır.
AY.m.42: “Kimse, eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamaz.”
AİHS.m.26: “Her şahsın öğrenim hakkı vardır. Öğrenim hiç olmazsa ilk ve temel safhalarında parasızdır. İlköğretim mecburidir. Teknik ve mesleki öğretimden herkes istifade edebilmelidir. Yüksek öğretim, liyakatlerine göre herkese tam eşitlikle açık olmalıdır.”
Ülkemizde kadının eğitim hakkından geri bırakılmasının başlıca sebeplerinden biri; çocuk gelin vakıalarıdır. Genellikle kırsal kesimde yaşanan bu durum eski zamanlara oranla azalmakta olsa da halen devam etmektedir. Kız çocuklarının kırsal kesimlerde uygulanan töreler gereğince, “başlık parası” denilen bir ücret karşılığı, genellikle eğitimleri yarıda bıraktırılarak, aileleri tarafından evlendirildiği görülmektedir. Ekonomik olarak sıkıntı çeken aileler kızlarını “başlık parası” karşılığında, ekonomik sıkıntılarını gidermek maksadıyla, zaten kız çocuğunun eğitim almasının zaruri olmadığını düşünerek evliliğe zorlamaktadır. Burada eğitim hakkı engellenen kız çocuğu, ailesi tarafından para karşılığında evlendirilerek ailesinden psikolojik şiddet görmüş olmaktadır. Vakıada bireyin onur ve haysiyeti bakımından ikinci sınıf insan muamelesi gördüğü sairdir. Ayrıca kadının evlenirken serbest iradesiyle karar vermemiş olması insan haklarına aykırıdır: AİHS m.16/2: Evlenme akdi ancak müstakbel eşlerin serbest ve tam rızasıyla yapılır. Bu bakımdan aile baskısıyla evlendirilen bir kadının serbest iradesinden söz etmek mümkün değildir. Hükmün lafzından “çocuk gelin” vakıasının insan haklarına aykırı olduğu anlaşılmaktadır.
Hal böyleyken, kaba tabirle kendisini bir mal alır gibi satın alan eşten de kadına insani sınırlar içerisinde tavırlar sergilemesini beklemek güçtür. Kadın ailesi tarafından maruz bırakıldığı şiddete, kocası tarafından da kimi zaman daha yoğun şekilde (psikolojik, cinsel, ekonomik, fiziksel) maruz kalmaktadır. Hal böyleyken eğitim alma hakkı ailesi tarafından engellenen kadının çalışma hakkı da kocası tarafından engellendiği için iş hayatına katılması ihtimali yok denecek kadar azdır. Böylece eğitim almamış ve çalışmasına da izin verilmemiş kadınlar, eşlerine muhtaç bırakıldıklarından çoğu zaman şiddete göz yummak zorunda kalmışlardır.
Bunun yanı sıra örneğin; yükseköğrenimini tamamlayamamış ve iyi bir iş ortamında çalışma fırsatı olmayan kadınlar, yükseköğrenimi nitelikli şekilde tamamlayan ve ailesi tarafından desteklenmiş kadınlara oranla iş yerinde daha fazla cinsel ve psikolojik şiddete(mobbing) maruz kalmaktadır. Bu bakımdan çalışan kadınlar arasında da aldıkları eğitime göre uğradıkları şiddet oranı ya da biçimi farklılık gösterebilmektedir.
Geleneksel olarak kırsalda aile içinde eğitim hakkının engellenmesiyle başlayan kadına şiddet, şehirde de iş ortamında, trafikte, okulda, bankada, markette…kısacası her yerde farklı şekillerde devam etmiştir. Yani insana şiddetin kültürümüzden gelen bir temeli vardır.
4.Kadın ve Ekonomi
Kadın öncelikle eğitim hakkının engellenmesiyle ekonomik olarak bağımlı hale gelmektedir. Bu bağımlılığın temelinde eğitimsizlik yatmakla birlikte eğitimli ya da eğitimsiz, ülkemizde, eşinin çalışmasına izin vermemesi sebebiyle çalışma hakkını kullanamayan sayısız kadın mevcuttur. Buradan anlaşılan odur ki; kadının üretememesinin, eğitim hakkının kısıtlanması dışında birçok sebebi vardır. Yine çalışma hakkını bir şekilde kullanabilen bir kadının karşına çeşitli engeller çıkmaktadır. Örneğin; yapmak istediği iş, seçeceği işyeri, işe giderken kullanacağı vasıta ve bunun gibi birçok unsur aile içerisinde tartışma konusu olmaktadır. Genellikle kadın ailedeki bir erkek gibi yapmak istediği mesleği, çalışmak istediği işyerini serbest iradesiyle seçemez. Baba, abi ya da koca tarafından bir baskı görmesi söz konusu olur. Yani burada çalışma hakkının kullanılması engellenen kadına ekonomik şiddet uygulanmakta olup diğer taraftan serbest iradesiyle karar vermesi engellendiğinden de psikolojik şiddet uygulanmaktadır. Kadın hem ekonomik olarak muhtaç hale getirilmekte hem de psikolojik olarak kendisini eksik, yetersiz ve özgüvensiz hissetmesine sebebiyet verilmektedir.
Bunun yanında kadın çocuk doğurmak ve ona bakmakla “tek başına” yükümlüymüş gibi muamele gördüğünden genellikle çalışması gereksiz bulunmaktadır. Yani kadın; işçi, işveren arkadaş, eş, sevgili olmaktan çok toplumda anne sıfatına haizdir. Bu yüzden de öncelikle kendisinden anne olması beklenmektedir. Topluma yerleşmiş bu düşünce de kadını ekonomik anlamda muhtaç bırakmaya mahal veren türden olduğu için aslında ekonomik şiddetin kapısını aralayan ve sonrasında kadını cinsel, psikolojik, fiziksel şiddet görmek bakımından mağdur etmesi muhtemel olan bu düşünce değişmelidir. Daha önce de izah ettiğimiz gibi toplumun düşüncesinin değişmesi için önce birey bilinçlenmelidir. Böylece aile bilinçlenmeli ve toplumun şekillenmesine ön ayak olunmalıdır.
Yine bireyin çalışma hakkını kullanmasının engellenmesi anayasaya ve insan haklarına aykırıdır. AİHS m.23/1: “Her şahsın çalışmaya, işini serbestçe seçmeye, adil ve elverişli çalışma şartlarına ve işsizlikten korunmaya hakkı vardır.”
Bunun yanı sıra kadın işyerinde de aslında “evde” olması gerektiği düşünüldüğü için aynı iş gücüne sahip olduğu bir erkeğe oranla daha az maaş almaktadır. Bu bakımdan işyerinde de kadına ekonomik şiddet uygulanmış olur ve yine bir insanın onur ve haysiyetine yakışmayacak hareketlere maruz bırakıldığı tespiti yerinde olacaktır. Konunun insan haklarına aykırı olduğunu iddiamızı destekleyen hüküm mevcuttur: AİHS M.23/2: “Herkesin, hiçbir fark gözetilmeksizin, eşit iş karşılığında eşit ücrete hakkı vardır.” AİHS hükmü uyarınca, yapılan bu ayrımcılığın insan haklarına aykırı olduğu sairdir.
Son yıllarda kadının iş hayatına katılması bakımından devlet farklı uygulamalar getirmiş ve çalışan kadını aşağıda saydığımız usullerle desteklemeye başlamıştır;
– Doğum yapan her anneye ilk çocuk için 300, ikinci için 400 ve üçüncü için ise 600 lira ödeniyor.
– Doğum yapan anneye her yıl artan miktarda süt parası ödeniyor.
– Anneye doğum izninde iş göremezlik ödeneği veriliyor.
– Analık izninin bitiminden itibaren işçi ve memurlara ilk doğumda 60, ikinci doğumda 120, sonraki doğumlarda 180 gün süreyle yarım gün çalışma hakkı veriliyor. Çalışılmayan süre için devlet ödeme yapıyor.
– Anneler tüm izinlerini kullandıktan sonra isterse çocuk ilköğretim çağına gelene kadar kısmi çalışma yapabiliyor. Bu sürede çalışılan sürenin ücreti ödeniyor.
Bir ülkenin gelişmişlik düzeyi kadınların iş hayatına katılım oranıyla doğru olup gelişmekte olan ülkemiz için yapılan düzenlemeler yerinde olup henüz maalesef yetersiz kalmaktadır.
4.Sosyokültürel Anlamda Kadın
ÇOCUKLAR HEMEN HEMEN HER GÜN TELEVİZYON İZLİYOR
TÜİK’in bültenine göre, “Türkiye’de çocukların yüzde 92,5’i hemen hemen her gün televizyon izlerken, bu oran 6-10 yaş grubundaki çocuklarda yüzde 94,8 iken 11-15 yaş grubundaki çocuklarda ise yüzde 90,2’dir. Haftada en az bir kere televizyon izleyen çocuk oranı ise yüzde 7,5’dir. Çocukların bilgisayar kullanmaya başladıkları ortalama yaş 8, internet kullanmaya başlama yaşı 9 ve cep telefonu kullanmaya başlama yaşı 10’dur. Kendi kullanımına ait bilgisayarı olan çocuk oranı yüzde 24,4 iken cep telefonu olan çocuk oranı yüzde 13,1’dir. Danimarka, İtalya, Romanya ve İngiltere’de 2013 yılında yapılan araştırma sonuçlarına göre ortalama internet kullanmaya başlama yaşı 8, cep telefonuna sahip olma yaşı 9’dur. Bu ülkeler arasında en erken internet kullanmaya başlama yaşına Danimarka (7 yaş), en erken cep telefonuna sahip olma yaşına Danimarka ve Romanya (9 yaş) sahiptir.
Burada ülkemiz bakımından değinilmesi gereken hususlardan biri televizyon yayınlarının içeriğidir. Günümüz televizyon yayınları gittikçe kültürümüz dışı kalmış, dejenere olmuştur. Yayınların içeriği öncelikle kadının kültürümüzdeki yerini yanlış aksettiren, kadını neredeyse aşağılayan, kadını saygıdeğer değil, ikinci sınıf gösteren cinstendir. Bu da demek oluyor ki en çok televizyon izleyen genç kitle yani gelecek nesil, kadını uygunsuz televizyon dizileri ve programları içeriğinden mütevellit “cinsel obje”, “parayla satın alınabilinen bir mal” yahut “erkeklere hizmet etmesi gereken ve yalnızca annelik vasfına haiz insan” olarak tanımaktadır. Örneğin; sözüm ona Osmanlı Devleti ile ilgili yayınlanan diziler ve oyunlar mevcuttur. Öncelikle dizilerin içeriği hepimizin bildiği üzere kültürümüzü yansıtmayıp kadının saygınlığını zedelemektedir. Bu içerikler hem tarihi yanlış aksettirmekle birlikte hem de kadını ikinci sınıf bir insan olarak göstermektedir. Bunun yanı sıra benzer birçok yayın kadına şiddet uygulanması, kadının aldatılan taraf olmasının doğal karşılanması gibi aklın ve mantığın ışığından uzak içerikler barındırmakta ve o dizilerdeki karakterleri benimseyen genç kitleye yanlış örnek olmaktadırlar.
Yine karşılaştığımız sözüm ona Osmanlı Dönemi oyunun reklam içeriğinde; köle erkeğin evlenme teklifi ettiği kadının, erkeğin teklifini sırf fakir olduğu için reddettiği, sonrasında ekicilikle uğraşan kölenin zenginleşip etrafındaki “kadın”ların, sırf “para”sı olduğu için onunla evlenmek istediği ayrıca fakir olduğu için onu reddeden kadının kendisiyle evlenmesi için para kazanıp zengin olmuş köleye yalvardığı, video içerikleriyle anlatılmaktadır. Burada bu oyunu oynayacak çocukların bilinç altına işleyecek olan: kadınların para ile doğru orantılı seçimler yaptıkları ve para ile elde edilebilecek varlıklar olduklarıdır. Toplumun ahlakına yakışmayan ve bağdaşmayan içerikteki bu oyunlar, bugün küçük bir erkek evladı bile annesine saygısızlık yapmaya teşvik etmektedir. O yaştaki bir çocuğun oynaması için geliştirilmiş bir oyunun, çocuğu ne kadar çok etkileyebildiğini, araştırmaya bile cevaz vermeksizin toplum olarak yaşadıklarımızdan (mavi balina oyunu etkisiyle intihar eden onlarca çocuk) biliyoruz. Çocuk öncelikle en yakınındaki kadın olan annesine, genellikle babasına gösterdiği saygıyı göstermeyerek bu etkiyi daha küçük yaşlarda belli ediyor, sonrasında ise okul hayatında ve gelecekteki iş hayatında kadına karşı içinde barındırmadığı saygıyı şiddet olarak yansıtıyor.
Hal böyleyken devletin televizyon yayınları, oyun içerikleri yahut sosyal medya içerikleri gibi daha sayabileceğimiz birçok alanı kontrol etmesi gerektiği tartışmasızdır. Temennimiz Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu bu devletin kadına, çocuğa ve hayvana karşı artan şiddeti nazara alarak gerekli platformlarda önlem alması ve insanlık ile bağdaşmayan bu olayların tez vakitte son bulmasıdır. “İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan mürekkeptir. Kabil midir ki; bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünlüğü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki; bir cismin yarısı toprağa zincirlerle bağlı kaldıkça öteki kısmı göklere yükselebilsin?” M. Kemal ATATÜRK
.
Av. Begüm GÜREL