İçerisinde bulunduğumuz, her gün değişen ve gelişen teknoloji sayesinde her şeye ulaşmak çok kolay ve mümkün. Teknolojinin getirdiği bu kolaylıklar hayatımızın hemen hemen her alanında yer buluyor. Fotoğraf çekmek, ses kaydetmek gibi özellikler de barındıran bu teknolojik aletler fayda sağladığı kadar tehlikeli de olabiliyor.
Özel hayat, kişilik hakları kapsamındadır. Bireylerin gizli kalmalarını istedikleri, başka kişilerle paylaşmak istemedikleri yaşam alanları onların özel hayatlarını oluşturur. İnsan onuru, özel hayatın korunması için hukuki bir dayanak niteliğindedir. Kişiler hukukuna göre kişinin üç farklı hayat alanı vardır. Bunlar; ortak alan (kamuya açık alan), özel alan ve gizlilik alanıdır. Ortak alan, tanıdığımız veya tanımadığımız herkesle paylaştığımız, herkesin yine belli sınırlar çerçevesinde müdahale edebildiği hayat çevresidir. Özel alan, kişilerin sadece tanıdıkları bireyleri aldığı, kamudan uzak tuttukları hayat çerçevesidir. Gizlilik alanı ise kişinin sadece kendisinin bildiği, sır halinde olan, üçüncü kişilerin bilmesini istemediği en katı sınırlara sahip alanıdır. Özel alan ve gizlilik alanlarında kişinin istemi dışında gerçekleşen her müdahale ihlal teşkil eder. Burada ölçülülük ilkesi karşımıza çıkar. Ölçülülük ilkesi anayasayla düzenlenmiş ve güvence altına alınmış bir ilkedir. Ölçülülük ilkesi öğretide çok farklı tanımlara sahip olsa da genel olarak hukuki bir ihlalin hukuki bir sonuç doğurması aşamasında hukuksal amaç ve araçların bir dengede olmasını ifade eder.
Başkalarının fotoğraflarının izinsiz çekilmesi, izinsiz ses kaydı alınması hukuksal amaç ve araçların dengesi konusunda tartışma yaratan bir konudur, kamuya mal olmuş kişiler açısından bu durumun daha geniş sınırlara sahip olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ancak diğer herkesin rızası olmadan kendileri hakkında elde edilen ve kaydedilen bilgiler özel hayatın gizliliği suçu kapsamına girer. (TCK m.134)
Her ne kadar izinsiz ses ve görüntü kaydetmek suç görünümünde olsa da bazı hallerde izinsiz ses ve görüntü kayıtlarının hukuka uygun olabileceği ve delil teşkil edebileceği haller de mevcuttur. Bu halleri özellikle söz konusu olan boşanma ve ceza davalarıyla ilgili olarak ele almak isterim.
Ceza muhakemesinde var olan “şüpheden sanık yararlanır (in dubio pro reo)” ilkesi gereğince bir suç işlediği iddia edilerek yargılanan sanığın üzerine atılı suçu işlediğinin kesin olması, şüpheye yer vermemesi gerekir. Sanık hakkında ancak bu şekilde bir hüküm verilebilir. Kimseden işlemediği bir suçun ispatı beklenemeyeceği gibi sanığın suç işlediğini iddia eden kimselerin ve ayrıca hâkimin maddi gerçeği re’sen araştırması ilkesine göre hâkim ve savcılar tarafından sanığın suçlu olduğunun ispat edilmesi gerekir. Bu ispatlar için yeterli ve güçlü deliller gereklidir. Yargıtay ve Danıştay kararlarında sıkça önümüze çıkmaları doğrultusunda öncelikle ses veya görüntü kaydeden kişilerin bu kayıtları planlı ve sistematik bir şekilde yapmıyor olmaları gerekir. O an kişilerin içinde bulundukları kendilerine veya çevresindekilere yönelik haksız saldırı altındaki durumu önleme ve ispatlama amacıyla, kolluk görevlilerine başvurma imkanları olmamaları halinde yetkili makamlara gönderilmesi ve üçüncü şahıslarla paylaşmamaları suretiyle kaydetmeleri hukuka uygun delil olarak kabul edilebilir. Yargıtay CGK, E. 2013/1-40, K. 2014/318, T. 10.6.2014ilamında bu duruma yönelik “Ceza muhakemesinde hangi hususun hangi delillerle ispat olunacağı konusunda bir sınırlama bulunmayıp, yargılamayı yapan hâkim hukuka uygun şekilde elde edilmiş akla, bilime ve mantığa uygun olan her türlü delili kullanmak suretiyle sanığın aleyhine olduğu kadar, lehine olan delilleri de araştırıp değerlendirerek şüpheden arınmış bir sonuca ulaşmalıdır.” şeklinde isabetli bir yorumda bulunmuştur.
Boşanma davalarında eşten izinsiz ses ve görüntü kaydedilmesi konusunda da birçok Yargıtay kararı mevcuttur. Eşlerden birinin boşanma davasına konu olan kusurlu hallerinin ispatı için ses ve/veya görüntü kaydı alınması hukuka uygun delil olarak kabul edilebilir. Yargıtay, 2.Hukuk Dairesi E.2007/17220, K.2008/13614, T.20.10.2008 ilamında bu yönde bir karar vermiştir. Kararda “…Delilin elde edilişinde hukuka uygunluk nedenleri varsa, o zaman kanuna aykırılık ortadan kalkar. Kuşkusuz Anayasaya göre; herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz. (Anayasa m.20/1) Ancak, evlilik birliğinde eşlerin, evliliğin devamı süresince birbirlerine sadık kalmaları da yasal bir zorunluluktur. (TMK. m.185/3) Eşlerden birinin, bu alana ilişkin özel yaşamı, evlilikle bir araya geldiği ve birlikte yaşadığı hayat arkadaşı olan diğer eşi de en az kendisininki kadar yakından ilgilendirir. O nedenle, evlilikte; evlilik birliğine ilişkin yasal yükümlülükler alanı, eşlerin her birinin özel yaşam alanı olmayıp, aile yaşamı alanıdır. Bu alanla ilgili de eşlerin tek tek özel yaşamlarının değil, bütün olarak aile yaşamının gizliliği ve dokunulmazlığı önem ve öncelik taşır. Bu bakımdan evliliğin yasal yükümlülükler alanı, diğer eş için dokunulmaz değildir. Bu nedenle, eşinin sadakatinden kuşkulanan davacı-davalının … sadakat yükümlülüğü ile bağdaşmayan davranışlarını tespit etmesinde özel hayatın gizliliğinin ihlalinden söz edilemez ve hukuka aykırılık bulunduğu kabul olunamaz.” hükmüyle bir boşanma davasında eşin kusurluluğunu ispatlamak amacıyla rızasız elde edilen delilin hukuka uygunluğundan bahsetmiştir. Ancak tekrar belirtmek gerekir ki bu delillerin de planlı, sistematik, karşıdaki kişiyi yanıltma ve tuzağa düşürme amacı güdülmeden elde edilmesi gerekir.
Av. Begüm GÜREL & Hukuk Fakültesi Öğrencisi Ece YARAMANCI